12 Temmuz 2015 Pazar

ENSTİTÜLÜ AZİZ


Yer, Erzurum Aşkale Ocaklı köyü.
1938 Erzincan Eğitmen Kursu'ndan mezun olup köye eğitmen olarak tayin edilen bir babadan olan  1934’lük, pırıl pırıl bir portre.
***
Küçüklüğünü, bir köy çocuğunun –bir zamana kadar– tek uğraş ortamı olan tarımın içinde geçirdi.
İlkokul üçü bitirinceye kadar Ocaklı'daydı. Eğitmen, üçe kadar okutabiliyordu çünkü. Bu eğitimden sonra köy enstitüsüne girebilmek için sınava girdi, kazandı. 1944’te Erzurum Pulur Köy Enstitüsü'ne başladı.
***
Spor derslerinde boş bırakılmadıklarını, teknik sayılabilecek eğitim aldıklarını söyledi.
Tarım derslerinde, okulun çevresindeki arsaları çapaladıklarını, ekime hazırladıklarını, çağdaş tarım tekniklerini öğrendiklerini, muhtelif meralarda sebze yetiştirdiklerini, okulun mutfağında bunların kullanıldığını, yani kendi ürettiklerini tükettiklerini söyledi.
Duvar yaparlardı, çatı kurarlardı. Yani, kendi yaptıkları okulda okuduğunu söyledi.

Önceden müşterek (karma) okuduklarını söylerken, ilerleyen yıllarda onların ayrıldığını ve bütün enstitülü kızların saçma sapan söylentiler ve 46’yla birlikte gelen seçim kaygısı nedeniyle belirli bir-iki enstitüde toplandıklarından hüzünle söz etti.
***
İsmet Paşa, fırsat buldukça enstitüleri ziyaret ederdi. Bir yaz günü, sıra Pulur Köy Enstitüsü’ndeydi…
Ilıca istasyonunda coşkuyla karşılanan İnönü trenden indi, kırmızı yanaklı şişmanca çocuğun yanaklarını sıkıp “Ne sıhhatli, ne güzel bir çocuk!” dedi. Ve elini, onun üzerindeki kapkalın kumaşlı şeye götürüp “Senin başka giysin yok mu?” dedi. “Hayır.” dedi, “Yaz kış bunu giyeriz.” İnönü’nün emriyle hepsinin ölçüleri alındı, yazlık giysilerine kavuştular.
O günden sonra İsmet Paşa’yı “omzuma dokunan tarih” diye andı…
***
Enstitüsünün kapatılmasıyla mezuniyetinin aynı seneye denk gelmesi onun için “acı şans” tı…
***
Mezun olduktan sonra Aşkale’nin Abdalcık köyüne tayin oldu. Orada iki yıl öğretmenlik yaptı. Sonrasında kendi köyüne, Ocaklı’ya atanıp dört yıl da doğduğu toprakların çocuklarını yetiştirdi.
***
Okul, harap bitap haldeydi. Yenisinin yapımı için gerekli mercilere başvurdu. Köye yeni bir okul yapılması programa alındı. O da, boş kalamam deyip, yine Aşkale’nin Liç köyünün ilkokuluna tayin oldu. Burada hem ilkokul öğretmenliği hem de müdürlük görevini yürüttü.
On seneyi doldurduktan sonra, not durumuna göre başka bir ile nakli uygun görüldü. Puanı yüksekti. Bakırköy Güngören köyüne atandı. 
***
Çocukları vardı. Kira ödeyecek durumu da yoktu. 
Dağ başında bir okulda, son derece temiz ve disiplinli bir düzen kurmayı başarmıştı. Gelen müfettiş, coğrafi olarak daha gelişmiş olması beklenen yerleri gördükten sonra onun okulunda hayrete düşmüştü.
Başarı durumu, tayinini kolaylaştırıyordu. Aynı müfettiş, tertipli, idealist ve deneyimli bulduğu bu öğretmene faydasının dokunmasını istedi. Aldı, milli eğitim müdürüyle valinin yanına çıkarttı, yani tayin iplerini tutan ellere. Vali Vefa Poyraz, başarı durumunun bir bedeli, hakkı olarak istediği yere atanabileceği müjdesini verdi.
Sıradaki durak, henüz yoktu!
Adresi belli, Yıldıztepe’ydi. Burada Yıldıztepe İlkokulu kurulacaktı. Lojmanı da olacaktı.
Yepyeni bir sayfa & çocuklarının başını rahatça sokabileceği bir ev…
Burayı istedi.
1967’de okulun inşası tamamlandı.
Okulun yapım bölgesine şöyle bir baktı. Arazi genişti.
Onun ise, öngörüsü.
Bir kez daha, milli eğitim müdürü ve valiye gitti. Yıldıztepe İlkokulu’nun çevresindeki 14 dönüm arazinin boş olduğunu, okulun bittiğini söyledikten sonra bu arazinin çevrilip, tapusunun da okul üzerine geçirilmesini; bunu takiben ortaokul ve lisenin de buraya eklenebileceğini söyledi.
Teklif, iki idarecinin de çok hoşuna gitti. Vali, ona, temsilen tapuya gitmesini, gerekli işlemleri yapmasını, bir ücret talebi durumunda kendisinin kefaletinin hatırlatmasını söyledi.
Müteahhide duvar planını anlattı. ''Böyle çevrele, sonra da okulun yol tarafına kapıyı koy.'' falan dedi.
Müteahhit “Hocam, talep ettiğin duvarın yapımına iki okul parası gider.” dedi.
”İsterse üç okul parası gitsin.” dedi, valinin arkasında olduğunu, parasını zamanında alacağını söyledi. Müteahhit baktı; işler tıkırında, ödemeler aksamıyor; arazinin tamamı iki aydan kısa bir sürede yaklaşık bir buçuk metrelik duvarlarla çevrildi.
***
İlkokulla yetinmedi…
Bölgenin zenginlerinden Zihni Küçük’ü buldu. Fabrikatördü. 
İkna etti, teşvik etti, okulun bahçesine bir de lise yaptırdı. 
***
Daha birkaç ay önce, 21. yüzyılın “kentleşmiş” İstanbul’unun göbeğindeki yurdumda iki günlük su kesintisi sonucunda onun her köşesini işgal eden kokular hala “burnumda tüterken”… O dönemin altyapı zorluklarını tahmin etmek zor değil;
Civarda şehirleşme yoktu. Su bir geliyor, bir gidiyordu. Kentleşme yetersizdi. Bu kez gitti, kuyucular buldu. 24 metre derinliğinde, 2 metre çapında bir su kuyusu yaptırdı. Ardından okulun çatı kısmına depolar ve otomatik bağlantılar yaptırdı. Su bittiğinde, bu otomatik sistem devreye giriyordu. O suyla okulun tüm ihtiyaçlarının (temizlik, tuvalet, içme) karşılanmasını sağladı.
***
Sahalardır, şunlardır bunlardır’ı saymıyorum bile.
Benim neslim, okula gidemeyebilmek için doğal afet çıksın diye dua ederken…
O, öğrencilerinin, o kısıtlı koşullarda okullarına tutunmaları adına elinden geleni ardına koymadı.
1986’da emekli olana kadar burada çalıştı.
Binlerce öğrencinin, onlarca öğretmenin müdürlüğünü layıkıyla yaptı.
***İdealist eğitimci kariyerinden sonra sözü, enstitüler hakkında araştırma yapan ve meselelere iki yüz elli gram da olsa bilimsel (yansız) bakabilen insanların aklına takılan görüş ayrılığına getirdim.
Köy Enstitüleri’yle ilgili birbirine uzak iki farklı görüş olduğunu; Kemal Tahir’in başını çektiği grubun “Yirmi yıl zorunlu görev, çocukların az beslenmesi, rejim muhafızı tek tip insan yetiştirme çabası” ile faşist rejimleri çağrıştıran kurumlar olduğunu söyleyenleri ve edebiyatımızın ölümsüz çınarı Yaşar Kemal’in başını çektiği diğer tarafın ise “Biz, Cumhuriyet çağının sanatçıları, romancılar, şairler, ressamlar, kendi kültürümüze, dilimize dönmeyi öğrendik. Tercüme bürosunun çevirdiği dünya klasikleri ile yetiştik. Halkevlerinin, Köy Enstitülerinin kuruluşları bize yardım etti. O Köy Enstitüleri ki, gelecekte dünyamızı gerçek insanlığa kavuşturacak tek eğitim düzenidir.” gibi şeyler dediğini hatırlatıp, bu yaklaşımları nasıl değerlendirdiğini sordum.
Yanıtını dokunmadan aktarayım:
”Bugün tek tek gidilip sorulsa, hemen her enstitü mezununun ‘Ben memnundum.’ diyeceğine emin olabilirsin. Sıkıntılar yaşadık, evet, açlık çektiğimiz de oldu, ama biz köy öğretmenimize tutunmuştuk. O, köyümüzün her şeyiydi. Çiftçisi, bahçıvanıydı. İlericisiydi. Köyde ne doktor ne de hemşire var; aldığı birtakım kurslarla iğneyi şunu bunu halledip, hastalarla ilgilenirdi, sağlıkçısıydı.
Bizi güzel yetiştirdiler. Ki o zaman Köy Enstitüleri olmasaydı, başka türlü okuyamazdık, hem gücümüz yetmezdi hem de bir ağanın marabası olmaktan öteye gidemezdik. Bir kişiye ömrümüzü feda ederdik.” diyor.
***
”Dinciler, yobaz ve dümdüz bir tebaa arzusundaydılar. Bugün bile, Alevi çocuğunu Sünnileştiren, hatta Sünniliğin bile diğer üç itikadını çekemeyen zorunlu din derslerinin kaldırılması bize hayal gibi gelirken, bu o dönemde sağlanmıştı.
Rahatsızdılar.
Toprak ağaları ise tırpancı, orakçı yapacak adam arıyorlardı. Köy çocukları gelişti. Meclise kadar girmeye başladılar. Öğretmen oldular, müfettiş oldular… Bu da onların işine gelmedi.” diye devam ediyor.
***
”Köy Enstitüleri bizi aydınlattı, ufkumuzu açtı. Kapatılmasalardı, bugün Türkiye çok daha iyi koşullarda olurdu. Çünkü her şeyin başı olan bilimsel eğitim, bu kurumlardan, çok doyurucu ve istikrarlı bir biçimde adeta fışkırırdı.”
***
Sohbetimizin dakikaları ilerledikçe günümüze yaklaştık. Eğitimin iki farklı tanımını bile yapamayan milli eğitim bakanından, milli eğitimi Yücel’ten milli eğitim bakanına; cumhurbaşkanı geldiğinde en ufak taviz sanısının bile tartışma konusu olduğu enstitülerden, memleketin her zerresine işlemiş torpilciliğe; adilane ve özgün ölçme değerlendirmelerden, soruları çalınan ve şifreli sınavlara; bir yandan, Yaşar Kemal’in ifadesiyle, kendi kültürüne ve diline dönen, ek olarak, dünyayı da bilen Cumhuriyet çocuklarından, “Türkçeyi öğretemiyoruz.” diyen başka bir milli eğitim bakanına; çağının yükselen değeri olan Genç Türkiye’den, OECD’de eğitimde sonlara demirlenen Yeni Türkiye’ye; geçmişten günümüze pek çok eğitsel ve siyasal meseleyi konuştuk Aziz Alkaş’la.
***
DP’ye özel özen gösteren biri olarak sordum…
“İdam edilen başbakan bile bugünküler kadar suç işlememişti.” diyor.
***
”Son sözün?” diyorum…
Ağırıma gidiyor, diyor, yakışmıyor Türkiye’ye.




                                                                                                                         Cem Akıllı


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder