Yer, Erzurum Aşkale Ocaklı köyü.
1938 Erzincan Eğitmen Kursu'ndan mezun olup köye eğitmen olarak tayin edilen
bir babadan olan 1934’lük, pırıl pırıl bir portre.
***
Küçüklüğünü, bir köy çocuğunun –bir zamana kadar– tek uğraş ortamı olan tarımın
içinde geçirdi.
İlkokul üçü bitirinceye kadar Ocaklı'daydı. Eğitmen, üçe kadar okutabiliyordu
çünkü. Bu eğitimden sonra köy enstitüsüne girebilmek için sınava girdi,
kazandı. 1944’te Erzurum Pulur Köy Enstitüsü'ne başladı.
***
Spor derslerinde boş bırakılmadıklarını, teknik sayılabilecek eğitim aldıklarını
söyledi.
Tarım derslerinde, okulun çevresindeki arsaları çapaladıklarını, ekime
hazırladıklarını, çağdaş tarım tekniklerini öğrendiklerini, muhtelif meralarda
sebze yetiştirdiklerini, okulun mutfağında bunların kullanıldığını, yani kendi
ürettiklerini tükettiklerini söyledi.
Duvar yaparlardı, çatı kurarlardı. Yani, kendi yaptıkları okulda okuduğunu
söyledi.
Önceden müşterek (karma) okuduklarını söylerken, ilerleyen
yıllarda onların ayrıldığını ve bütün enstitülü kızların saçma sapan
söylentiler ve 46’yla birlikte gelen seçim kaygısı nedeniyle belirli bir-iki
enstitüde toplandıklarından hüzünle söz etti.
***
İsmet Paşa, fırsat buldukça enstitüleri ziyaret ederdi. Bir yaz günü, sıra
Pulur Köy Enstitüsü’ndeydi…
Ilıca istasyonunda coşkuyla karşılanan İnönü trenden indi, kırmızı yanaklı
şişmanca çocuğun yanaklarını sıkıp “Ne sıhhatli, ne güzel bir çocuk!” dedi. Ve
elini, onun üzerindeki kapkalın kumaşlı şeye götürüp “Senin başka giysin yok
mu?” dedi. “Hayır.” dedi, “Yaz kış bunu giyeriz.” İnönü’nün emriyle hepsinin
ölçüleri alındı, yazlık giysilerine kavuştular.
O günden sonra İsmet Paşa’yı “omzuma dokunan tarih” diye andı…
***
Enstitüsünün kapatılmasıyla mezuniyetinin aynı seneye denk gelmesi onun için
“acı şans” tı…
***
Mezun olduktan sonra Aşkale’nin Abdalcık köyüne tayin oldu. Orada iki yıl
öğretmenlik yaptı. Sonrasında kendi köyüne, Ocaklı’ya atanıp dört yıl da
doğduğu toprakların çocuklarını yetiştirdi.
***
Okul, harap bitap haldeydi. Yenisinin yapımı için gerekli mercilere başvurdu.
Köye yeni bir okul yapılması programa alındı. O da, boş kalamam deyip, yine
Aşkale’nin Liç köyünün ilkokuluna tayin oldu. Burada hem ilkokul öğretmenliği
hem de müdürlük görevini yürüttü.
On seneyi doldurduktan sonra, not durumuna göre başka bir ile nakli uygun
görüldü. Puanı yüksekti. Bakırköy Güngören köyüne atandı.
***
Çocukları vardı. Kira ödeyecek durumu da yoktu.
Dağ başında bir okulda, son derece temiz ve disiplinli bir düzen kurmayı
başarmıştı. Gelen müfettiş, coğrafi olarak daha gelişmiş olması beklenen
yerleri gördükten sonra onun okulunda hayrete düşmüştü.
Başarı durumu, tayinini kolaylaştırıyordu. Aynı müfettiş, tertipli, idealist ve
deneyimli bulduğu bu öğretmene faydasının dokunmasını istedi. Aldı, milli
eğitim müdürüyle valinin yanına çıkarttı, yani tayin iplerini tutan ellere.
Vali Vefa Poyraz, başarı durumunun bir bedeli, hakkı olarak istediği yere
atanabileceği müjdesini verdi.
Sıradaki durak, henüz yoktu!
Adresi belli, Yıldıztepe’ydi. Burada Yıldıztepe İlkokulu kurulacaktı. Lojmanı
da olacaktı.
Yepyeni bir sayfa & çocuklarının başını rahatça sokabileceği bir ev…
Burayı istedi.
1967’de okulun inşası tamamlandı.
Okulun yapım bölgesine şöyle bir baktı. Arazi genişti.
Onun ise, öngörüsü.
Bir kez daha, milli eğitim müdürü ve valiye gitti. Yıldıztepe İlkokulu’nun
çevresindeki 14 dönüm arazinin boş olduğunu, okulun bittiğini söyledikten sonra
bu arazinin çevrilip, tapusunun da okul üzerine geçirilmesini; bunu takiben
ortaokul ve lisenin de buraya eklenebileceğini söyledi.
Teklif, iki idarecinin de çok hoşuna gitti. Vali, ona, temsilen tapuya
gitmesini, gerekli işlemleri yapmasını, bir ücret talebi durumunda kendisinin
kefaletinin hatırlatmasını söyledi.
Müteahhide duvar planını anlattı. ''Böyle çevrele, sonra da okulun yol tarafına
kapıyı koy.'' falan dedi.
Müteahhit “Hocam, talep ettiğin duvarın yapımına iki okul parası gider.” dedi.
”İsterse üç okul parası gitsin.” dedi, valinin arkasında olduğunu, parasını
zamanında alacağını söyledi. Müteahhit baktı; işler tıkırında, ödemeler
aksamıyor; arazinin tamamı iki aydan kısa bir sürede yaklaşık bir buçuk
metrelik duvarlarla çevrildi.
***
İlkokulla yetinmedi…
Bölgenin zenginlerinden Zihni Küçük’ü buldu. Fabrikatördü.
İkna etti, teşvik etti, okulun bahçesine bir de lise yaptırdı.
***
Daha birkaç ay önce, 21. yüzyılın “kentleşmiş” İstanbul’unun göbeğindeki
yurdumda iki günlük su kesintisi sonucunda onun her köşesini işgal eden kokular
hala “burnumda tüterken”… O dönemin altyapı zorluklarını tahmin etmek zor
değil;
Civarda şehirleşme yoktu. Su bir geliyor, bir gidiyordu. Kentleşme yetersizdi.
Bu kez gitti, kuyucular buldu. 24 metre derinliğinde, 2 metre çapında bir su
kuyusu yaptırdı. Ardından okulun çatı kısmına depolar ve otomatik bağlantılar
yaptırdı. Su bittiğinde, bu otomatik sistem devreye giriyordu. O suyla okulun tüm
ihtiyaçlarının (temizlik, tuvalet, içme) karşılanmasını sağladı.
***
Sahalardır, şunlardır bunlardır’ı saymıyorum bile.
Benim neslim, okula gidemeyebilmek için doğal afet çıksın diye dua ederken…
O, öğrencilerinin, o kısıtlı koşullarda okullarına tutunmaları adına elinden
geleni ardına koymadı.
1986’da emekli olana kadar burada çalıştı.
Binlerce öğrencinin, onlarca öğretmenin müdürlüğünü layıkıyla yaptı.
***İdealist eğitimci kariyerinden sonra sözü, enstitüler hakkında araştırma
yapan ve meselelere iki yüz elli gram da olsa bilimsel (yansız) bakabilen
insanların aklına takılan görüş ayrılığına getirdim.
Köy Enstitüleri’yle ilgili birbirine uzak iki farklı görüş olduğunu; Kemal Tahir’in başını çektiği
grubun “Yirmi yıl zorunlu görev, çocukların az beslenmesi, rejim muhafızı
tek tip insan yetiştirme çabası” ile faşist rejimleri çağrıştıran kurumlar
olduğunu söyleyenleri ve edebiyatımızın ölümsüz çınarı Yaşar Kemal’in başını çektiği
diğer tarafın ise “Biz, Cumhuriyet çağının sanatçıları, romancılar, şairler, ressamlar, kendi kültürümüze, dilimize dönmeyi
öğrendik. Tercüme bürosunun çevirdiği dünya klasikleri ile yetiştik.
Halkevlerinin, Köy Enstitülerinin kuruluşları bize yardım etti. O Köy
Enstitüleri ki, gelecekte dünyamızı gerçek insanlığa kavuşturacak tek eğitim
düzenidir.” gibi şeyler dediğini hatırlatıp, bu yaklaşımları nasıl
değerlendirdiğini sordum.
Yanıtını dokunmadan aktarayım:
”Bugün tek tek gidilip sorulsa, hemen her enstitü mezununun ‘Ben memnundum.’
diyeceğine emin olabilirsin. Sıkıntılar yaşadık, evet, açlık çektiğimiz de
oldu, ama biz köy öğretmenimize tutunmuştuk. O, köyümüzün her şeyiydi.
Çiftçisi, bahçıvanıydı. İlericisiydi.
Köyde ne doktor ne de hemşire var; aldığı birtakım kurslarla iğneyi şunu bunu
halledip, hastalarla ilgilenirdi, sağlıkçısıydı.
Bizi güzel yetiştirdiler. Ki o zaman Köy Enstitüleri olmasaydı, başka türlü
okuyamazdık, hem gücümüz yetmezdi hem de bir ağanın marabası olmaktan öteye
gidemezdik. Bir kişiye ömrümüzü feda ederdik.” diyor.
***
”Dinciler, yobaz ve dümdüz bir tebaa arzusundaydılar. Bugün bile, Alevi
çocuğunu Sünnileştiren, hatta Sünniliğin bile diğer üç itikadını çekemeyen
zorunlu din derslerinin kaldırılması bize hayal gibi gelirken, bu o dönemde
sağlanmıştı.
Rahatsızdılar.
Toprak ağaları ise tırpancı, orakçı yapacak adam arıyorlardı. Köy çocukları
gelişti. Meclise kadar girmeye başladılar. Öğretmen oldular, müfettiş oldular…
Bu da onların işine gelmedi.” diye devam ediyor.
***
”Köy Enstitüleri bizi aydınlattı, ufkumuzu açtı. Kapatılmasalardı, bugün
Türkiye çok daha iyi koşullarda olurdu. Çünkü her şeyin başı olan bilimsel
eğitim, bu kurumlardan, çok doyurucu ve istikrarlı bir biçimde adeta
fışkırırdı.”
***
Sohbetimizin dakikaları ilerledikçe günümüze yaklaştık. Eğitimin iki farklı
tanımını bile yapamayan milli eğitim bakanından, milli eğitimi Yücel’ten milli
eğitim bakanına; cumhurbaşkanı geldiğinde en ufak taviz sanısının bile tartışma
konusu olduğu enstitülerden, memleketin her zerresine işlemiş torpilciliğe;
adilane ve özgün ölçme değerlendirmelerden, soruları çalınan ve şifreli
sınavlara; bir yandan, Yaşar Kemal’in ifadesiyle, kendi kültürüne ve diline
dönen, ek olarak, dünyayı da bilen Cumhuriyet çocuklarından, “Türkçeyi
öğretemiyoruz.” diyen başka bir milli eğitim bakanına; çağının yükselen değeri
olan Genç Türkiye’den, OECD’de eğitimde sonlara demirlenen Yeni Türkiye’ye;
geçmişten günümüze pek çok eğitsel ve siyasal meseleyi konuştuk Aziz Alkaş’la.
***
DP’ye özel özen gösteren biri olarak sordum…
“İdam edilen başbakan bile bugünküler kadar suç işlememişti.” diyor.
***
”Son sözün?” diyorum…
Ağırıma gidiyor, diyor, yakışmıyor Türkiye’ye.
Cem Akıllı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder